Bir gün Allah Resûlü'ne (sav) gelen bir adam ihtiyacı olduğunu söyleyerek ondan yardım istedi. Sevgili

Peygamberimiz, “Belki yiyecek bir şeyler vardır.” düşüncesiyle hanımlarından birine haber gönderdi. Fakat hanımı,

“Seni hak dinle gönderen Allah'a yemin olsun ki, evimde sudan başka bir şey yok.” diye cevap verdi. Bunun üzerine

diğer hanımlarına danışan Rahmet Elçisi onlardan da aynı cevabı alınca, kendi imkânlarıyla ihtiyacını gideremediği bu

Müslüman için sahâbeden yardım istemeye karar verdi ve “Bu şahsı bu gece (evinde) kim misafir ederse Allah ona

rahmet etsin.” dedi.

Allah Resûlü'nün bu duasına mescitte bulunanların tamamı nail olmak isterdi, ancak sahâbîlerin çoğunun maddî

durumu iyi değildi. Zira birçoğu mallarının neredeyse tamamını Mekke'de bırakarak Medine'ye hicret etmişler, Medineli

sahâbîler ise evlerini ve yiyeceklerini muhacir kardeşleriyle paylaşmışlardı. Buna rağmen Medineli Müslümanlardan

Ebû Talha isimli bir sahâbî ayağa kalkarak zor durumda kalan bu şahsı ağırlayabileceğini söyledi ve onu evine götürdü.

Evde yalnızca çocuklara yetecek kadar yiyecek olduğunu öğrenen sahâbî, Allah Resûlü'nün konuğunu ağırlama

gayretiyle hanımına, çocukları uyutup yiyecekleri misafire getirmesini tembihledi. Hanımı da eşinin isteği

doğrultusunda çocukları uyutarak evdeki bir parça yemeği misafir için hazırlayıp sofraya koydu. Ev sahipleri adamla

birlikte sofraya oturduktan sonra, evin hanımı düzeltir gibi yaparak kandili söndürdü. Böylece misafir karanlıkta, yemek

yiyormuş gibi davranan ev sahiplerinin aslında yemediklerini fark etmeden karnını doyurdu. Zira sofrada yalnızca bir

kişiye yetecek kadar yemek vardı. Sofradan kalkan çift, o geceyi çocuklarıyla birlikte aç geçirdiler. Fakat gönülleri

huzurla doluydu. Çünkü Allah Resûlü'nün misafirini büyük bir hassasiyetle ağırlamış ve böylece onun duasına mazhar

olmuşlardı. Ertesi sabah Sevgili Peygamberimiz bu asil davranışı sergileyen sahâbîyi görünce, “Bu gece sizin

misafirinize karşı davranışınızdan Allah Teâlâ çok hoşnut oldu.” diyerek haklarında şu âyetlerin indirildiğini bildirdi:

“Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları (mümin kardeşlerini) kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin

cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Buhârî, Menâkıbü’l-ensâr,10)

Medineli aileye, Allah Teâlâ'nın hoşnutluğunu ve övgüsünü kazandıran bu özverili davranış, îsârın en güzel

örneklerinden biridir. Bir şeyi veya bir kimseyi diğerine tercih etme anlamına gelen “îsâr”, kişinin, başkalarının

çıkarlarını ve ihtiyaçlarını kendi nefsine öncelemesi, kendisi muhtaç durumda olsa da imkânı nispetinde öncelikle

başkasının ihtiyacını karşılama gayretinde olması anlamına gelen bir ahlâk terimidir. Îsâra giden yolun başında ise

fedakârlık, yani özveride bulunma vardır.

Fedakârlık, insanın sahip olduğu şeylerden bir başkası için vazgeçmesidir. Kimi zaman malından, kimi zaman

rahatlığından, kimi zaman da canından vazgeçmektir. Bazen yapılan bir hatayı affetmek, bir sıkıntıya sabretmek, bazen

daha fazlasına ulaşabilecekken azıyla yetinmek, bazen de kendi hakkından feragat etmektir. Bir annenin çocuklarına

olan merhameti ve onların rahatı için yaptıkları göz önüne alındığında fedakârlık duygusunun insanın doğasında var

olduğu açıkça görülür. İslâm Dini, bu fıtrî duygunun beslenerek kişide temel bir özellik hâline gelmesini hedefler.

Nitekim iman ile fedakârlık arasında çok sıkı bir bağ vardır. Yalnızca Rabbin rızasını kazanma arzusu, kişinin din

kardeşine sevgi ve merhametle bakmasını sağlayıp, ihtiyaç duyduğu bir şeyi karşılık beklemeden daha çok ihtiyaç duyan

bir başkasına vermesini kolaylaştırırken, fedakârlık ve îsâr duyguları da Allah'a olan inancı kuvvetlendirir. Allah

Teâlâ'nın, “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz.” (Âl-i İmrân, 3/92.) sözü de Allah'a duyulan sevgi ve iman ile îsâr arasındaki bu ilişkiyi ortaya koymaktadır.

Yüksek bir ahlâk üzere olan Resûlullah'ın hayatı, fedakârlığın en güzel örneğidir. Allah'ın Sevgili Elçisi, bütün

varlığını İslâm Dini'ni tebliğ görevini en güzel şekilde yerine getirmeye ve dini üstün kılmaya adamış ve bu uğurda her

türlü fedakârlığı göze almıştır. Müşriklerle yapılan savaşlara bizzat iştirak ederek her türlü zorluğu ashâbıyla birlikte

göğüslemenin yanı sıra, kendisine yapılan sözlü ve fiilî eziyetlere de katlanmış, kendisine zulmedenleri affetme

büyüklüğünü göstererek onların iman etmeleri ve Allah'a ibadet eden evlâtlara sahip olmaları için Rabbine dua etmiştir.

(Buhârî, Bed’ü’l-halk, 7.)

Sevgili eşi Hz. Âişe'nin belirttiği üzere ailesiyle birlikte oldukça mütevazı bir yaşantı süren Resûlullah, maddî

sıkıntısının olmadığı dönemlerde bile mütevazı yaşamaya devam etmiş, kendisinden bir şey isteyen kimseyi asla geri

çevirmemiş, “insanların en cömerdi” olarak tanınmıştır. (Buhârî, Bed’ü’l-vahy, 1) Onun ihtiyaç hâlinde dahi Müslüman olan ya da olmayan herkese böylesine cömert ve fedakâr davranması, kendisine duyulan sevgiyi artırmakla kalmamış,

inanmayanların İslâm Dini'ni kabul etmesine de vesile olmuştur. (Müslim, Fedâil, 58.) Özellikle yanı başındaki ilim talebeleri olan Suffe ashâbına büyük değer veren Resûlullah, kendisine gelen zekât mallarını, hiç dokunmadan onlara

yönlendirmiş, şahsına gelen hediyeleri onlarla paylaşmayı bir görev bilmiştir. (Buhârî, Rikâk, 17)

Allah Resûlü yaşantısıyla insanlara örneklik etmekle yetinmemiş, zihinlerde, mümin olmanın sorumluluk ve

özveri gerektirdiği anlayışını hâkim kılmaya gayret etmiştir. Bu bağlamda, “Sizden biriniz kendisi için istediğini mümin

kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olmaz.” (Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 59.) buyurarak kendini düşündüğü kadar başkalarını da düşünmenin, yani diğerkâmlığın imanın gereği olduğunu vurgulamış; kişiyi nefsanî arzularından doğan

cimrilik, açgözlülük, kıskançlık gibi kötü duygulardan sakındırırken, ahlâkî bakımdan gelişmesini sağlayacak

affetmek, sabretmek, dayanışma ve kanaatkârlık gibi güzel vasıfları ashâbının gönlüne yerleştirmeye çalışmıştır.

Böylece mânevî anlamda fedakârlığın gereği üzerinde durmuş, maddî paylaşımlara da ayrı bir önem vererek insanları

daima infaka teşvik etmiş ve cömertliğin Allah'a yakınlık vesilesi olduğunu ifade etmiştir. (Tirmizî, Birr, 40.) Bu doğrultuda sahâbe, mallarını Allah rızasını kazanmak için feda etmiş, hatta bu hususta birbirleriyle yarışır hâle

gelmiştir. Resûlullah'ın sadaka vermeyi emretmesi üzerine ashâbın önde gelenlerinden Hz. Ömer malının yarısını feda

ederken Hz. Ebû Bekir bütün malını Allah yolunda bağışlamış, Hz. Osman da İslâm toplumu için yaptığı malî

fedakârlıklarla şöhret bulmuştur. Medine'ye hicret edenlerin su sıkıntısı çektiği dönemde büyük bir servet ödeyerek suyu

içilebilen Rûme Kuyusu'nu satın almış ve Müslümanların yararına sunmuş, Resûlullah'ın mescide katmak istediği bir

araziyi satın alarak mescidi genişletmiş, Tebük Seferi'ne çıkacak ordunun teçhizini üstlenmiş ve bütün bunların

karşılığını yalnızca Allah'tan beklemiştir. (Nesâî, Ehbâs, 4.)

Resûlullah Medine'ye geldiğinde sevgi, saygı ve dayanışmaya dayalı bir toplumun temelini atmak üzere

muhacirler ve ensar arasında bir kardeşlik anlaşması yapmıştı. Gönüllülük esasına dayalı bu anlaşma gereğince

Medineli her bir Müslüman, Mekke'den hicret eden bir kardeşini evi yapılıncaya kadar kendi evinde misafir edecekti.

Mekkelilerden Abdurrahman b. Avf ile bu anlaşma gereği “kardeş” olan Medineli sahâbî Sa'd b. Rebî" onu evine

götürerek şöyle dedi: “Malımı seninle yarı yarıya bölüşeyim.” Öz kardeşler bile miras taksiminde kavga ederken Sa'd'ın

bu teklifi oldukça şaşırtıcıydı. Fakat Allah Resûlü'nün yoldaşı olma şerefine eren Abdurrahman b. Avf, “Allah malını

ve aileni sana (bağışlasın ve) bereketli kılsın. Siz bana çarşının yolunu gösterin.” diye karşılık vererek bu teklifi kabul

etmedi. Çalışmak üzere çarşıya gitti ve o gün yaptığı ticaretle bir miktar yağ ve keş (kurutulmuş yağsız yoğurt) kazanarak

geri döndü.

Îsâr vasfının zirve temsilcileri olan ensarı Allah Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle övmektedir: “Onlar, kendi

canları istemesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler. Ve derler ki: "Biz size sadece Allah rızası için

ikram ediyoruz, yoksa sizden karşılık istemediğimiz gibi bir teşekkür de beklemiyoruz. Çünkü biz, asık suratlı, çetin bir

günden (o günün azabından) dolayı Rabbimizden korkarız.” (İnsan, 76/8-10.)

İslâm Dini kıskançlığa ve bencil tutkulara meyilli olarak yaratılan insanı, bütün kötü sıfatlardan arındırarak

kemal seviyesine ulaştırmayı hedefler. Bu doğrultuda Allah Teâlâ nefsinin bencilliğinden korunan kimselerin kurtuluşa

ereceğini bildirmiş, (Haşr, 59/9.) “Zenginlik, malın çokluğu değil, gönlün tokluğudur.” (Buhârî, Rikâk, 15) buyuran Hz.

Peygamber de inananlara güzel ahlâklı olmayı tavsiye etmiştir.

Hâris b. Hişâm, Ayyâş b. Ebû Rebîa ve Ebû Cehil'in oğlu İkrime, zorlu bir mücadele sonucunda yaralanarak

ölümün eşiğine gelmişlerdi. Hâris, içmek üzere su istemiş fakat İkrime'nin de susamış vaziyette olduğunu fark edince

kendisine gelen suya dokunmadan ona göndermişti. İkrime de aynı şekilde bu suyu Ayyâş'a göndermiş ve bu sahâbîlerin

hepsi bir damla su içemeden son nefeslerini vermişlerdi. (Hâkim, Müstedrek, V, 1889 (3/242) Yermük Savaşı sırasında vuku bulduğu aktarılan bu hadise, îsâr anlayışı üzerine kurulu bir hayatın bu anlayışla sonlandırılmasına güzel bir örnektir.

Îsâr, sevginin doruk noktası olarak görülmüştür. İslâm'da Allah ve Resûlü, uğruna her şeyi feda edecek kadar

sevilmesi gereken varlıklardır. Hz. Peygamber Allah ve Resûlü'nü, uğruna her şeyini feda edebilecek kadar seven ve

üstün gören kişinin imanın tadını alacağını ifade etmiştir. Bu bilinçle yaşayan sahâbe, Ebû Talha'nın Uhud Savaşı'nda

yaptığı gibi Allah Resûlü'nü korumak için kendi bedenlerini siper etmiş ve canlarını hiçe sayarak inançları uğruna

savaşmışlardır. İnsanın en kıymetli varlığı olan canını Allah yolunda feda etmesi İslâm Dini'nde üstün bir meziyet olarak

Erzurum'dan Çankırı'ya uzanan kedinin 850 kilometrelik yolculuğu Erzurum'dan Çankırı'ya uzanan kedinin 850 kilometrelik yolculuğu

kabul edilmiş ve “şehit” diye isimlendirilen bu fedakâr mücâhidler eşsiz bir makama yükseltilmişlerdir. (Bakara, 2/143.)

Bireyin ahlâkî olgunluğa erişmesini sağlayan fedakârlık ve îsâr duyguları, aynı zamanda bireyler arası sevgi

bağlarını pekiştirdiği, böylece insanî ilişkilerin güçlenmesine yardım ettiği için toplumsal açıdan da oldukça önem arz

etmektedir. Bireysel zararının yanı sıra toplumsal birlik ve beraberliği yıkıcı etkisi olan bencillik, cimrilik, kıskançlık,

dargınlık gibi duygulardan arınmayı gerektiren fedakârlık ve îsâr duygularının hâkim olmasıyla, Resûlullah'ın teşvik

ettiği, bireylerin kardeşçe yaşadığı örnek toplumun oluşması mümkündür. Zira birbiri için özveride bulunan, kendinden

önce bir başkasının ihtiyacını görmeyi ödev sayan erdemli bireylerden oluşan bir toplum, muhtaçların azaldığı, her

kesimden insanın sevgi ve dayanışma içinde olduğu, haksızlıklardan uzak, refah seviyesi yüksek, sağlıklı bir toplum

olacaktır.

Muhabir: Ahmet Dinç